AB Zirvesi Türkiye’ye yaptırım getirir mi?
Yaklaşık bir aydır sürekli olarak bana sorulan bu soruya hayır diyorum. Peki olumsuz bir durumla karşılaşır mıyız diye sorulan soruya da evet yanıtını veriyorum.
Öncelikle değerleri bir tarafa bırakıp, uluslararası ilişkilerin klasik çıkar mantığı ile durumun analizini yapmaya çalışalım.
Malum Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi arkalarına Fransa ve kısmen Avusturya’nın da desteğini alarak Türkiye’ye karşı ciddi bir ambargo kararını zirveden çıkartmak istiyor. Bu arada Fransa’nın derdi bambaşka, Türkiye’nin Afrika açılımının kendi çıkarına aykırı olduğu düşüncesiyle, Türkiye’yi doğu Akdeniz sorunları ile uğraşmaya yöneltmek, Afrika’dan ayağını çekmesini sağlamak.
Peki AB’nin diğer ülkeleri Bu ülkelerin çıkarları adına Türkiye üstünden kendi çıkarlarını göz ardı edebilir mi? Cevap basit: “hayır”. Başta Almanya olmak üzere Türkiye ile ilişkilerinden yarar sağlayan ülke çıkarlarına kısaca bakalım.
Enerjiayağı:
Yine başta Almanya olmak üzere özellikle sanayi üretiminde ve kış aylarında ısınma meselesinde tek başına Rus doğal gazına bağımlı olmaktan kurtulmak arzusu, Hazar doğal gazına uluşma anlamına gelen TANAP projesinin önemini daha da artırmaktadır. Projenin kesintiye uğramaması bir AB çıkarıdır. Dolayısı ile Türkiye ile dalaşmak projenin AB açısından istenilen sonucu ortadan kaldırabileceğinden pek çok AB ülkesinin çıkarına değildir. Bu söylenene itiraz olarak doğu Akdeniz doğal gaz ve petrollerine işaret edilebilir. Bu noktada buradaki petrol ve doğal gazın ne zaman devreye alınabileceği bir yana, Türkiye sert gücünü göstereceğini alenen beyan ettiği günümüz ortamında işlerin nereye varacağını kimse kestirememektedir.
Gümrük birliği ve ekonomik entegrasyon:
Türkiye’ye ambargo uygulanmasını isteyenlerin söylemlerinden bir tanesi, Türkiye ile yapılan gümrük birliğinin sonlandırılması. Pek çok teknik içerikli yazımda Türkiye ile AB arasındaki nev-i şahsına münhasır gümrük birliği ilişkisinin sadece Türkiye ile AB arasında sınırlı bir durum olmadığını, bu ilişkinin 1995 yılına kadar GATT’a (Tarifeler ve Ticaret üstüne Genel Anlaşma), Anlaşmanın bu tarihte kurumsal yapısını oluşturan DTÖ’ye (Dünya Ticaret Örgütü) konsolide edildiğinin altını çizdim. Bu konsolidasyonun önemi basitçe şu şekilde izah edilebilir. Gümrük birliğini yapan biz taraflar kendi aramızda daha hızlı bir ekonomik bütünleşme sağlamak adına, GATT/DTÖ kurallarından sapma yaparak (ihlal ederek) üçüncü ülkelere karşı ticaret saptırıcı bir durum gerçekleştiriyoruz. Teknik tabiri ile trafik sapması yapıyoruz. Gümrük birliği ilişkisinin asimetrik olarak Türkiye ile AET arasında yapılan Katma Protokolün hukuken yürürlüğe girdiği 1 Ocak 1973, simetrik olarak 1 Ocak 1996 olduğu ve oyunu bozanın bu ilişkiden ötürü ticari zarara uğrayan ülkelere karşı tazminat ödeme yükümlülüğü ile karşılaşacağı düşünüldüğünde, hiçbir aklı başında olduğu varsayılan ülke bu oyunu bozmaya cesaret edemez. Diğer ifadesi ile dile getirilen yaptırım şantajı içi boş bir balondur.
Yine aynı doğrultuda bugün Türkiye’nin toplam ihracatının hemen hemen yarısını Türkiye’de yerleşik yaklaşık 27 bin yabancı yatırımcı gerçekleştirmekte, bunların yine yaklaşık yüzde 70’i AB menşelidir. Türkiye ile AB arasında köprülerin atılması, evet Türkiye ekonomisini batırır ama, AB ekonomisini de çok iyi etkilemez. Hele Brexit konusunun ekonomileri nasıl olumsuzluklara sürükleyeceği tartışılırken bir darbede Türkiye ayağından yemek AB’nin çıkarına değildir.
Türkiye ekonomisinin batağa sürüklenmesi ise AB finans çevrelerinin hiç hoşlanacağı bir durum da değildir. Bırakın Türkiye’deki banka ve sigorta şirketlerinin yüzde 85/90 arasında yabancı yatırımcıların elinde olmasını, bu bankalara verilen sendikasyon kredilerinin geriye ödenememe riski, sadece Türk finans sisteminin çökmesi değil, domino etkisi ile AB sisteminin de çökmesi sonucunu yaratma potansiyelindedir.
Mülteci meselesi: Pandemi öncesinde AB’nin taahhütlerini yerine getirmemesi sonucunda Türkiye’nin Türkiye’deki sığınmacılara Batı kapılarını açarak AB ülkelerine göç etmelerine göz yummasının nelere yol açtığını televizyon ekranlarından hep birlikte izledik. Peki kendisine ciddi ambargolar dayatılacak Türkiye’nin bir de pandemi ortamında aynı uygulamaya gitmeyeceğini kim göze alabilir. Türkiye ile zaten bozuk olan aranın daha da bozulmamasını sağlamak bir AB çıkarıdır.
Pandemi ve ekonomi/tedarik zinciri:
Pandeminin AB’de yarattığı en büyük sorunların başında tedarik zincirinin kırılması gelmektedir. AB içinde yer alan her ülke pandemi ile mücadelede kendi sağlık politikası önlemlerini uygulamaya kalkınca, Schengen sisteminin çöküşüne tanıklık ettik. Bu durum karşısında AB Komisyonu, geçtiğimiz yıl Şubat ayında yayınladığı bir tebliğ (Communication) aracılığı ile (Grean Lane/ Yeşil hatlar) tedarik zincirinin kırılmaması için lojistik hizmetlerinin kesintisiz uygulanmasına yönelik bir dizi tavsiyede bulundu. AB ekonomisinde pandemiye bağlı küçülmenin en önemli nedenlerinden bir tanesi tedarik zincirinin kırılması olarak gösterilirken ve Türkiye’nin bu zincirin en önemli halkalarından bir tanesi olduğu düşünüldüğünde, Türkiye ile iyi geçinmek AB’nin çıkarınadır.
Kuşak yol meselesi:
Kuşak yol dendiğinde herkesin aklına sadece Çin gelmekteyse de, herkesin kuşak yolu kendine demek daha doğru bir tanımlama olacaktır. Başta Almanya olmak üzere pek çok AB ülkesi Doğu’ya doğru kendi kuşak yolunun peşindedir. Burada lojistik giderlerinin asgariye indirilmesi için en can alıcı noktanın Marmaray olduğu dikkate alındığında, Türkiye ile arayı bozmamak bir AB çıkarıdır.
Bu liste daha da uzatılabilir. Dolayısı ile salt reel politik anlamında bir analiz çerçevesinde bu zirveden çok bir şey çıkmaz sonucu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Geçelim başta sorduğumuz ikinci sorunun yanıtına neden evet dediğimize. Diğer ifadesi ile olumsuz durumun ne olduğuna. Süreci izleyenlerin hatırlayacağı gibi geçen ay (7 Kasım 2020) yapılan AB Zirvesinde mealen “eğer Türkiye uslu çocuk olursa pozitif bir gündem vaad ediyoruz!” denmişti. Son bir iki haftadır yapılan açıklamalar Türkiye’nin uslu çocuk olmadığının tespiti doğrultusunda. Dolayısı ile bu zirveden olabilecek en büyük kaybımız vaad edilen pozitif gündem.
Aslında AB ile tam üyelik müzakerelerinde AB’nin stratejisi koşula bağlamaktır (conditionality). Bunun Türkçeye basitleştirilerek çevrilmiş hali sopa/havuç ilişkisidir. Genel ifadesi ile havuç, tam üyeliktir. Bizim için tam üyelik neredeyse bir hayal haline getirildiği oranda, son dönemlerde hemen her çıktığım programda, “havuç yoksa sopa ne işe yarar?” sorusunu kendimce ifade etmeye çalıştım. Şimdi anladığım kadarı ile AB havucun gramajını baya düşürmüş halde. Yeni havucun tarifi gümrük birliğinin güncellenmesi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına vize serbestisi (yanlış anlaşılmasın dolaşım serbestisi değil, vizesiz turistik dolaşım hakkı) ve mülteciler konusunda Türkiye’ye biraz daha bonkör davranılması. Anlaşılan bu konularda pozitif bir gelişme beklemek pek gerçekçi olmayacak. Büyük olasılıkla da Türkiye’nin Kopenhag kriterlerinden giderek uzaklaşması bahanesinin arkasına geçilerek sinirlerimizi bozabilecek bir metin kaleme alınacak.
Kopenhag kriterleri demişken.
Evet bir zamanlar Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri ile değiştirerek yolumuza devam edeceğiz mesajını çok iyi hatırlıyorum. Ama maalesef demokrasiyi, hukukun üstünlüğüne saygılı devlet yapısını, insan haklarının korunmasının müesses hale getirilmesini becerebildiğimizi söylemeye imkan yok. İçinde bulunduğumuz siyasi ortamın verilerini dikkate aldığımızda da umutlanmamızı gerektirecek bir ışığa da rastlayamıyoruz.
İçine girdiğimiz ekonomi darboğazı içinde yeniden AB’yi hatırlayıp hukuk reformundan, demokrasinin iyileştirilmesinden bahsediyorsak da ne yazık ki siyasetin ve siyasi kültürümüzün gerçekleri umutlanmamıza pek imkan tanımıyor. Yıllar önce bir konuşmamda söylemiştim, bu satırları yazarken yine hatırladım, “Türkiye’deki AB’yi istemeyenlerle, AB’deki Türkiye’yi istemeyenler arasında kurulan kutsal ittifak, her eke tarafın da çıkarlar ve değerler üstünde buluşmasının önündeki en büyük engel”. Ne yazık ki 10 yıllar içinde değişen bir şey yok.
Neyse enseyi karartmayalım, belki bir gün!..