Bir bıçak hikâyesi
Borçka. 1978 yılının sonları olmalı. Ticaret lisesinde okuyorum. Bizim şu Borçka’ya benzer kaç yer vardır; bilmem. Bir yer düşünün; 125 rakımlı, 4600 nüfuslu, bir ucundan öbür ucuna üç yüz adımla gideceğiniz, dağların arasındaki çukura doldurulmuş bir kasaba. Borçka’ya hangi yönden girerseniz girin, tabelalar da olmasa, bir yerleşim yerine girdiğinizi anlayamazsınız. Burundan döner dönmez, yapılarında mimari anlamda estetiğin pek gözetilmediği, sanki kavgadan yeni çıkmış külhanbeyi dağınıklığı içinde bir saklı kent karşınıza çıkar.

Ortasından kocaman Çoruh nehrinin, iki yanında da Devskel ve Çhala derelerinin aktığı, iki sinemanın, iki caminin, altı okulun, iki meyhanenin olduğu yer, benim için elbette eşi benzeri olmayan, en renkli anılarımın geçtiği yerdir.
Dönem, yaş itibariyle arkadaşlığın ve yoldaşlığın en safça yaşandığı bir dönemdi. Bu saflık, dünyayı daha yaşanılır kılmak, güzel bir gelecek inşa etmek gibi ümitleri de içinde barındırıyordu; sosyalizm, kapitalizm, faşizm üzerine kafa yoracak kadar büyük, ama yıllar sonra öğreneceğim Aleviliğin, işportacılığın, gecekondunun ne olduğunu bilemeyecek kadar da küçüktüm.
Peki, Zaza tıraş bıçakları da neyin nesiydi?
Borçka merkez caminin ve Şan sinemasının arasında bulunan meydanda, küçük bir tezgâhta jilet satan, 45 yaşlarında, bizim buralılara benzemeyen bir adam. Her gün aynı elbiseyi giyse de temiz giyimli, tıraşlı ama yüzü hiç gülmeyen biri. Nerede kalır, kimi kimsesi var mı bilmediğimiz, kimseyle dostça sohbet ettiğini görmediğimiz işportacı. Ara sıra sattığı ürünün adını yüksek sesle söylemese konuştuğunu da pek duymazdık. “Zaza tıraş bıçakları! Zaza tıraş bıçakları!”
Adam sevimsiz biri değildi, ama bizi çekecek bir özelliği de yoktu. Yabancı ve soğuk görüntüsü bizde onun “basit bir işportacı” olmadığı izlenimi uyandırırdı. Benim sakallarım zaten herkesten sonra çıktığı için, sattığı şey de beni pek ilgilendirmiyordu.

1980’lı yıllar. Mezun olmuş, orman istihsalinde çalışıyordum. Haftada bir gün, Cuma günleri köye inerdik; üst baş temizliği yapar, alışveriş için şehre inerdik. Yine bir Cuma günü, temiz elbise giymiş, ceketimizin iç cebinde veya pantolonun arka cebinde taşıdığımız plastik taraklarımızla saçlarımızı taramış, şehre inmek için minibüs bekliyoruz. Uzun bir süre gelen giden olmadı. Sokağa çıkmak yasaklanmış meğer. Çok geçmeden anlıyorum ki Borçka’da olan arkadaşlarımın bazıları dağlara çekilmiş, büyük çoğunluğu yataklarından kaldırılıp karakollara götürülmüşler.
Kendimi terk edilmiş ve her şeyi elinden alınmış bir tutsak gibi hissettiğim günler. Jilet satan adamı, kim olduğunu, ne olduğunu düşünmüyorum artık. Çünkü onun kim olduğunu, “esas” görevinin ne olduğunu öğrenmem bir şey değiştirmeyecekti. Çocukluğumu, cesaretimi ve sisteme kafa tutan o gençliğimi bırakıp, anılarımı yanıma alarak, ”taşı toprağı altın şehre” gitmek üzere Borçka’yı terk ettim.
Aradan birkaç yıl geçti. Eminönü’nde, kimsenin birbirine sürtünmeden geçemediği Tahtakale, Mercan sokaklarını turluyorum. Bir şey alacağımdan değil, meraktan.XBirden kendimi tabelasında “Zaza” yazan bir dükkânın önünde buldum. Dükkân camekânlı, temiz raflarla donatılmış, iyi ürünlerin satıldığı izlenimi veren görüntüye sahipti. Sırf o gençlik anısının hatırına dükkâna girip elektrikli saç kesme makinesi aldım. Saçlarım erken döküldü ve makine benden sonra, saçları henüz dökülmeyen babama kaldı.
“Üstüme varma İstanbul, kederliyim” yılları akıp gidiyordu. Muhasebeciliği bırakıp matbaacılığa başladım. Tamamen bir tesadüf sonucu, sanki koca İstanbul’da başka matbaacı yokmuş gibi, Çveneburi dergisinin basımı için beni buldular. Hangi sayısı olduğunu hatırlamıyorum. Baskı bitti, bir de ne göreyim? Derginin arka kapağında Zaza tıraş bıçaklarının reklamı… Bu da neyin nesi, neden bu Zaza peşimi bırakmıyor, neden kurtulamıyorum ondan?
Kader ağlarını örmüştü. Sonradan öğreniyorum, Zaza yaygın bir Gürcü ismiydi; en olmadık zamanlarda karşıma çıkan tıraş bıçaklarının sahibi de aynı adı taşıyan bir Gürcü iş adamıydı; Simon Zazadze.XGünler geçtikçe Zaza isminde birçok kişiyle tanışacak, dostluk kuracaktım; onlardan kurtuluş yoktu.
Artık şiirdeki gibi İstanbul üstüme varsa da kederli değildim. Borçka ise, bütün hikâyeleriyle geride bıraktığım çocukluğum ve gençliğim…
Pirosmani dergisi; Sayı 3, Kış 2007