ÇOCUKLAR FAŞİZMİ YANAĞINDAN TANIR
Şenol Taban: Babam büyük puntolu yazıları okuyabiliyordu. Annem hiç okuma yazma bilmezdi ama matematik konusunda da üstüne yoktu. Köyde bir dille iletişim kuruyoruz ama o dilin Gürcüce olduğunu çok sonraları öğrenecektim. Okulun varlığını ve okumam gerektiğini ne söyleyen olmuştu ne de duymuşluğumuz. Taa ki bir gün bahçede annemle çalışırken bir öğretmen gelene kadar.
Elinde fotoğraf makinası ile gelen öğretmen fotoğrafımı çekti ve anneme bir şeyler tembih etti. Birkaç gün sonra, kimden kaldığını veya kimden aldığını bilmediğim siyah renk gömleğe benzer bir şeyi kesip biçerek küçülttü ve beyaz bir yaka iliştirerek, bez bir çanta ile okula gönderdi.
Köyün meydanında tek katlı uzun bir binanın önüne dizildik. İlk günün heyecanı içindeyim. Bütün öğrenciler tek ağızdan bir şeyler okudular ben dinledim. İlk iki sene içinde hatırladığım tek şey ARALIK KÖYÜ İLKOKULU tabelası oldu.
Üçüncü sınıfta sınıf başkanı oldum. Sınıfa bilmediğim bir nedenle Borçka’dan kız öğrenci geldi. Biz de Türkçe öğreniyoruz ve konuşuyoruz ama şehirden yeni gelen kız ince bir sesle öyle güzel konuşuyor, öyle güzel konuşuyor ki anlatamam, saatlerce dinlesem doyamam, öyle güzel. İlk defa bir dilin bu kadar güzel olduğunu o kız hissettirdi. O dil Türkçe idi. Ders dışında biz ağırlıkla Gürcüce konuştuğumuz için Gürcüce yasaklandı. Türkçe öğrenmemiz gerekiyordu. Gürcüce konuşmamak için her mahalleden bir öğrenci ajan olarak görevlendirildi.
Öğrenci çok olduğu için üçüncü sınıfı okula yakın, yaz aylarında kuran kursu olarak kullanılan bağımsız bir müştemilata almışlardı. Ders bitimi sınıfı kilitliyorduk. Başkan olduğum için o görev bana verilmişti. İki öğrenci sınıfı süpürüp çıktılar, ben de peşinden kapıyı kilitledim ve çıktım. Daha on adım atmadan bir kız öğrenci geri dönerken yolda rastladı. “Sınıfta bir şey mi unuttun?” sorar sormaz okkalı bir tokat patlattı ve döndü gitti. Meğer biri ona benim âşık olduğumu söylemiş. O günün üzerinden elli sene geçti halen konuşmuyoruz. Oysa ben başkasına âşıktım ve kızın haberi yoktu. Tek taraflı, öyle güzel âşıktım ki anlatamam.
Dördüncü sınıfta bir gün öğretmen hepimize türkü söyletecek. Titreye titreye sıranın bana gelmesini bekliyorum. Benin de bildiğim tek bir türkü var, türkünün içinde “ayıp” sözler var ama ne yapabilirdim? “Bahçeye biber ektim kız Meryem/ Ne zaman kabaracak yar oğlan/ O senin zalim kocan kız Meryem/ Ne zaman geberecek yar oğlan.” Kıta bitene kadar neredeyse ağlayacaktım. Ne söylediğimi ben bile duymuyordum. Sonra Meryem’e âşık diye dedikodu yaptılar, onunla da otuz sene konuşmadım.
Her Pazartesi ders başlangıcı ve her Cuma ders bitimi marş eşliğinde bayrak çekme ve indirme töreni yapılırdı. Bir gün sıranın bana geleceğini bilmem gerekiyordu. Bütün öğrenciler dizildik, okul müdürü kafasını kaldırdı, soldan sağa doğru bizi süzdü ve “Şaban Taban gel” dedi. İçimden “mümkün değil” diye geçirdim, nasıl çıkardım o kalabalığın karşısına. Ya bir hata yapar da âşık olduğum kız görürse. Kim bilir nasıl gülerdi bana. Ben donakaldım. Müdür “gel” diyor ben kıpırdamıyorum. Beni yerimden kıpırdatamadılar, bayrağı kim çekti bilmiyorum. Çünkü gözlerim kararmıştı ve ben belki orada bile değildim.
Beşinci sınıfta “Kurtuluş Savaşı” adıyla piyesi oynayacağız. Ben Mehmet Ağa, sınıftan bir kız da ağanın karısını oynayacak. Pos cihazı rulosuna (Herkes pos cihazı rulosunu bildiği için bu örneği verdim. Yoksa hesap makinesi rulosu da diyebilirdim.) benzer bir rulo yaptık ve rolümüzü ezberledik. Mehmet Ağa giyecekleri için, benden sekiz yaş büyük bir komşunun pantolonu ve gömleği küçültülerek kostüm yapıldı. Piyesi bütün köylüye oynadık. Oyun bitti, ertesi günü ağanın karısı rolünde olan kızla dedikodu çıktı. O günden sonra o kızla da konuşmadım.
İlkokul bitiminde diploma notu için sözlü olurdu. Bütün derslerim beş üzerinden beşti. Sözlü için öğrencileri tek tek sınıfa alıyorlar ve soruya verdiğin cevaba göre puan veriyorlar. Sıra bana geldi. 126 Şaban Taban sesini duyduğum an yine benden geçmeye başladım. Kapıyı açar açmaz, yan yana oturmuş dört öğretmenle göz göze geldik. Çok kolay bir soru sordular; “Atatürk’ün hayatını anlat”. Karşı duvarda da boydan boya Atatürk’ün hayatını anlatan şerit var. Cevabını bilmesem bile duvardan okuyabilirdim. Belki de bütün öğrencilere aynı soru sorulmuştu. Ben “1881’de Atina’da doğdu” der demez ağlamaya başladım. Diploma notum beş üzerinden dört geldi.
İlkokul bitti. Ortaokul için köyden şehre gitmek gerekiyordu. Kimi birkaç kişi birleşerek tek göz odaya benzer bir yer kiralıyor, kiminin de akrabaları varsa onlara sığınmacı olarak gidiyordu. Sığınmacı şanslı sayılırdı. Kardeşim Nazım’la bazen “dar gelirlilik ile hiç gelirlilik” arasında farkı muhabbet eder gülerdik. Yani işin açıkçası biz fakirdik ve benim için bir eve sığınmacı olmak şanstı belki. Bana da Karadeniz Bakır İşletmesinin olduğu Murgul’un Maden köyünde yaşayan ablamın evi düştü.
O yaz annemle yayladayız. Halamın oğlu Arif Turanlı ile hayvan otlatıyoruz. Eylül başında okula kayıt için Arif Turanlı’yı Borçka’ya beni de ablamın yanına gönderdiler. Bir akrabamızın Maguris marka dolmuşu vardı. Aracın motoru şoför mahallesinde idi ve motor kısmı sehpaya benziyordu. Koltuğu işgal etmemek için yarı fiyatına motor üzerinden kıçım yanarak ve masaj görerek Murgul’un Maden köyüne ulaştım.
Ablamın kocası beni bir terziye götürdü. Ortaokulu bitirene kadar giyebilmem için büyük beden takım elbise, iki numara büyük ayakkabı ve şapka aldı. Terzinin mezura ile elbise ölçüsü alınırken duyduğum mutluluğu tarif edemem. Ceket ölçüsü alırken terzinin “dik dur, kolunu kaldır” gibi verdiği komut o kadar hoşuma gitmişti ki unutmam mümkün değil.
Kim ne derse desin. İlkokulda da ortaokulda da hepimiz çok güzel çocuklardık. Zengin-fakir, güzel-çirkin belli olmazdı. O standart formalar ve şapkalar içinde birbirimize çok benziyorduk. İnsan olan nasıl incitebilirdi bu çocukları. O çocuklara kızmak, el kaldırmak, incitmek olsa olsa bir faşistin işi olabilirdi.
Okul başladı. Ev ile okul arasında biraz mesafe vardı. Mahalleden arkadaşlarla yaya okula gidip geliyoruz. Okul kadar, arkadaşlarla birlikte yürünen yolun da güzelliği vardı. Daha bir hafta geçmeden yağmurlu bir günde arkadaşlarımla hoplaya zıplaya okuldan dönerken ablamın kocası rastladı. Büyük ayakkabı ile bol elbise benim üzerimde değildi veya koruyamadım. Ya da takım elbisenin içinde ben yoktum. Lanet ayakkabıyı topuklarım zapt edememiş olmalı ki, bütün çamuru götüme kadar sıçratmış. Ablamın kocası suç mahallini biliyordu demek ki. Arkama bakar bakmaz hiçbir şey demeden şiddetli bir tokat patlattı. İlkokul üçüncü sınıfta kızdan yediğim tokada olsa olsa bir tek Allah şahit olmuştur veya Allah bile görmezden gelmiştir. Bu öyle bir şey değildi. Yanımda yeni tanıştığım arkadaşlarım vardı. Onlarla birlikte henüz on iki yaşlarında çocuk öğrenciler de gördü. O yediğim tokat falan değildi, tecavüzdü. Öyle ağır geldi, öyle ağır geldi ki, eve nasıl gittiğimi hatırlamıyorum.
Zaman zaman kendini kötü hissettiğinde ablamın benden gözlerini kaçırdığı olurdu. Eve gittim ve ablam kapıyı açınca, göz göze gelmemek için ayakkabılarımı çıkarmakta ağırdan alıyor, gözlerimi kaçırmaya çalışıyordum. Gözler yalan söylemez evet ama ablam gözümden değil yanağımdaki izden anlamıştı her şeyi. Aynı iz ablamın yanağında oluyordu çoğu zaman. Hiçbir şey konuşmadık. Birbirimizden saklayarak gizli gizli ağladık.
Ablam nişanlı iken ben ilkokulda idim. Nişanlısı ablamı görmek için gizli gizli köye gelirdi. Bana harçlık verdiği için ablam gibi ben de yolunu gözlerdim. Verdiği birkaç kuruşla Gula dedenin bakkalından bisküvit arası lokum alırdım.
Türk sanat müziğinde kırk çeşit makam vardır. Ablamın kocasının ilk attığı tokat, makama girmeden çalınan açılış faslı imiş meğer…
O evde ikinci sınıfı okuyamazdım. Birinci sınıf bitime doğru ablamın henüz iki yaşına girmemiş Havva adında kızı vardı ve halen bilmediğim bir nedenden dolayı vefat etti. Havva’nın bizim çektiğimiz acılara dayanamadığı için öldüğünü düşündüm. Ablamın kocasını ilk defa ağlarken gördüm.
Ağlayan insanın yüreğindeki kötülüğünün yıkandığını düşünerek ikinci sınıfı da ablamın yanında okumaya razı oldum. Rızam, esas olarak yoksul olmaktan kaynaklı idi. İkinci sınıfı ikmale kalmadan bitirmek için hem çalışmam hem de direnmem gerekiyordu. Dişlerimi, etlerimi ve gözümü sıkarak ikinci sınıfı ikmale kalmadan bitirdim.
Ergin Günçe’nin bir dizesinde geçer; “Çocuklar faşizmi yanağından tanır.” Faşizmi iki sene yanağımda ve kulağımın memesinde fazlasıyla tanıdım. Lanet olsun, birçok şey gibi “Travma”yı geç yaşta öğrendim. Bileydim çocukluk dönemimde yaşamak isterdim. “Kim bilir ne güzel olurdu travma yaşamak.”
“Gönül Yarası” filminde Timuçin Esen ile “Gözlerimi de al” filminde Luis Tosar’ın rolünü bilen bilir. Ablamı Timuçin veya Luis karakterinde bir herif ile bırakarak ve yine Maguris’in sehpasına oturarak şehre benzer Maden köyünü bir daha dönmemek üzere terk ettim.
Hiçbir güç üçüncü sınıfı okumam için MADEN ORTAOKULU’na gönderemezdi beni. O senenin Eylül ayında, uzak akrabamız Sancağo dedenin çatı arasına uydurulmuş bir odaya yerleştirdiler. Babam felçli olduğu için amcam formalite veli olarak BORÇKA ORTAOKULU’na kayıt yaptırdı. O öğretim döneminin bir gününde kara tahtaya “kimliği belirsiz” bir öğrenci tarafından yazılan “Tek yol devrim” sloganı ile tanıştım. Tanıştığıma da son derece memnun oldum.
Merhaba ikinci hayatım, merhaba fakir ama güzel öğrencilik yıllarım. Elveda yalnızlığım.