Şiirin Kimyası
Veysel Çolak
Her şeyin bir gerçekliği olduğu gibi şiirin de bir gerçekliği vardır. Örneğin bir taşı anlamaya kalktığınızda bakarsınız, görünüşünü tanımlarsınız. Dokunursunuz, sertliğini kavrarsınız. Niteliklerini saptamak için kimyasal, fiziksel, bilimsel incelemeler yaparsınız.
Bunları yaptığınızda taşta içkin olan bilgilere ulaşmış olursunuz.
Bir bakıma şiirler de böyle incelenmelidir. Her şiirin bilgisi de kendinde içkindir. Şairin o şiire yüklediği kadardır. Önemli olan o bilgileri açığa çıkarmaktır. Dile, söz ve anlam sanatlarına, biçime, biçeme, yapıya, sese, imgeye, temaya, anlama, içeriğe, şairin dünya görüşüne ilişkin bilgilerdir bunlar.
Okuduğum bir şiirde bunları arıyorum ben. Bulamayınca da beğenmiyorum o şiiri. Şiirin olmazsa olmaz öğeleri olarak görüyorum bunları. Şiirde bütünsel güzellik de başka türlü sağlanamaz zaten. Yani bir şiirde güzel bir dizenin, güzel bir bağdaştırmanın olması o metni şiir kılmaz. Bunun bilincinde olunarak yazılmalı şiir. Hissettiğini, içinden geleni arkadaşınla dertleşir gibi söyleyince de şiir oluşmaz. Şiir, iç dökme sanatı değil ki. Bir de yazanından başka hiç kimseyi ilgilendirmeyen, yalvaran metinler var. Şiir değil hiçbiri ama en çok da onlar seviliyor.
Oysa şiirin ne olduğunu anlatan öyle çok örnek var ki günlük yaşantıda. Örneğin, pazarda manav “acı biber” demek yerine “hayat kadar acı” yazısını koyuyor biberlerin üstüne. Ya da “Sabah uykusu kadar tatlı” yazıveriyor. Yine lokantacı camına “hain köfte, hınzır piyaz” yazarak anlatıyor mutfağını. Yaptığı bağdaştırmaların özgünlüğüne, güzelliğine dikkat edin, kendinizi sorgulayın şiir yazmadan önce.
Pazara gelen güzel bir kadına “allı verelim, morlu verelim, sarılı/verelim abla” diye laf atan manifaturacı kadar yaratıcı mısınız şiir yazarken? Kamyon arkası yazılarından da öğrenebilirsiz şiir yazmayı.
Gidin, şiirin ne olduğunu onlara sorun. Bir de Karacaoğlan’a…